Murat Bey, sizi tanıyabilir miyiz?
1969 doğumluyum. 1994 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun oldum. Aynı sene Marmara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi Periodontoloji Anabilim Dalı’na doktora öğrencisi olarak girdim. Uzunca süren bir doktora hayatından sonra 2002’de doktoramı verdim ve fakülteden ayrıldım. O zamandan beri de serbest olarak çalışmaya devam ediyorum.
Okçuluk merakınız nasıl başladı?
2002 sonlarında, asistanken, doktoramın erken istatistiksel sonuçlarını vermek üzere konuşmacı olarak bir kongreye katıldım. Kongre Bodrum’da bir tatil köyünde düzenleniyordu. Orada ok atıldığını gördüm. Sunumumu yaptıktan sonra hemen gidip ok attım. Çok değişik hissettirdi. Bütün hobiler böyledir aslında. İlk defa denersiniz nasıl bir şey diye, sonra görürsünüz ki, ya hayatınıza şöyle bir değmiş geçmiş ya da hayatınızın bir parçası oluvermiş. Sonraki yıllarda benzer durumlara şahit olacaktım zaten. Diğer bir hobim de tangodur. Arkadaşlarımı tango gecelerine götürürdüm. Bazıları derdi ki: “Neden dans ederken insanların yüzlerinde neşe ifadesi yok?”. Bazıları ise daha müziğin ilk notaları, dansın ilk figürleri ile büyülenir, hayatlarının bir parçası, özel bir parçası yaparlardı tangoyu. Okçuluk da böyle bir şeydir. O tatil köyünde ilk attığım oklarla büyülendim adeta. Birkaç ay sonra doktoram bitti ve Tophane’deki bir spor malzemecisinden ilk yayımı aldım. O dönemde Türkiye’de sadece modern, Batılı tarz okçuluk biliniyor ve yapılıyordu. Bu çok komik, çünkü I. Dünya Savaşından hemen önce sosyal ve ekonomik olarak inişe geçen imparatorluğun tarihindeki altın sayfaları yazmış olan bir spor ve savaş sanatı okçuluk. Osmanlı-Rus Savaşları ile beraber ülke artık savaşlardan başını kaldıramaz hale gelmiş. Zaten 16. yy’dan sonra savaş sanatı kimliğini kaybetmiş ve bir sportif aktivite halini almış okçuluk. Biliyorsunuz ki spor, elzem ihtiyaçlarını karşılamış toplumların uğraşıdır. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik gerileme ile beraber okçuluk da ciddi bir inişe geçmiş, yok olmuş, tarihin tozlu raflarında kaybolup gitmiş.
Aldığım yay modern bir spor yayıydı. İngilizce ve Almanca bilmem hasebiyle, okçuluk hakkındaki yabancı yayınları incelemeye başladım. Okçuluk hakkında bilgi edinirken gördüm ki Türk okçuluğu denilen ve dünyada bir grup entelektüelin önünde resmen saygıyla eğildiği bir okçuluk kültürü var. “Bunu bir şekilde canlandırmak lazım” dedim. Hatta şöyle enteresan bir olay oldu: 2003’te eşimle Las Vegas’tayız. Bir kitapçıya girip bir sürü kitap almışız. Otel odasında ‘Dünya Yayları’ diye bir kitabı okurken, “Türk yayları yapan kimsenin kalmadığı ve bu olağanüstü yayları yapan ustaların anısı önünde eğilmek dışında yapılacak bir şeyin kalmadığı” gibi oldukça duygusal satırlara rastladım. Okuyunca üzüldüm. Eşime dedim ki “Niye böyle bir ülkeyiz? Niye kimse bu bilgiyi geri kazanmak için bir şey yapmıyor?” Eşim de çok enteresan bir cevap vererek “Niye herkes birileri bir şey yapsın, diye bekliyor, sen niye yapmıyorsun?” dedi. Aradan yaklaşık 10 yıl geçti. Bu süreçte okçuluk tutkum, harcadığım efor, ayırdığım zaman bazen hakikaten eşimi çileden çıkartıyor. Eşim çok anlayışlıdır, zaten böyle olmasaydı şu ana kadar yaptıklarımı yapamazdım. Yine de arada bir sitem ettiği oluyor tabii. Öyle zamanlarda ona “Bu misyonu sen yıktın omuzlarıma” diyorum.
Tirendâz’ın oluşumundan bahseder misiniz?
Günümüzde yok olmuş okçuluk atış tekniklerini ortaya çıkaran ilk kişiyim. O dönem okçuluk ile ilgili her şeyi öğrenebilmek için imkân kovalıyordum. Kitaplar, dergiler okuyor; müze ve yurt dışı seyahatleri yapıyordum. Yay yapımı ile ilgili aynı dönemlerde çalışmaya başlamış ve İzmir’de yaşayan Cem Dönmez ile tanıştım. Sürekli telefonla konuşuyorduk. Başka ilgilenen kimse yoktu çünkü. Ama yavaş yavaş etrafımızda insanlar toplanmaya başladı. Sonrasında, etrafımızda toplanan birkaç kişiyle Okçuluk Araştırmaları Derneği’ni kurdum. Meraklıları bir araya getirdiğimiz, e-posta grubu ve internet sayfası yarattığımız bir oluşum ortaya çıkardık. Fakat bu oluşum kişisel çekememezlikler, kıskançlıklar, görüş ayrılıkları gibi şeyler yüzünden yürümedi. 2008’de “Tirendâz” adı altında yeni bir grup kurdum. Tir Farsça’da “ok” demek. Tirendâz, okla hüner gösteren ya da iyi ok atan kişi anlamına gelir. Mesela tüfekçiler için de “tüfenkendâz” kelimesi kullanılır.
Böyle bir tâbir kullanmamızın sebebi, Türk Osmanlı okçuluğunu canlandırma bilinciyle örgütlendiğimiz için otantik bir kelime kullanmak istememizdi. Osmanlıca’da ok atan kişi için de ok yapan kişi için de “okçu” tabiri kullanılır. Ama bu kelimelerle eşanlamlı başka kelimeler de vardır. Tirendâz “ok atıcısı” demek. Eski dilde oku yapan “tirger”dir. Bu örnekte görüldüğü gibi; oku yapan mı, oku satan mı, oku atan mı okçu? Osmanlıca Arapça, Farsça gibi dillerin de etkisiyle çok zenginleşmiştir. Tirger, tirendâz, kemankeş gibi kelimeler kullanılmış ve bunlar belli nüansları ifade eden kelimeler. 2008’de Tirendâz ile yeniden yola çıktım. Kavga, gürültüden hoşlanan biri değilim. Eski kırgınlıklara sırtımı döndüm. Şunu da biliyordum: her malın bir alıcısı var. Kötü mala meyleden de olacaktır. Bu, işi en doğru şekilde yapma konusundaki isteği azaltmamalı. Altı yıldan beri, gitgide sistematikleşen, kurumlaşan bir yapı olarak varlığımızı sürdürüyoruz.
Hem bireysel hem Tirendâz olarak okçuluk için ne yapıyorsunuz?
Eski Osmanlıca risâlelerin ve Osmanlı’dan önceki Türk okçuluğuna ışık tutan Memlûk risalelerinin bulunması, okunması ve okunmuş olanların incelenmesi, sonra bu bilginin sahada test edilmesi izlediğimiz yol. Çünkü eski Doğu aydınının yazı yazış şekli, bugünkü aydının yazı yazış şekli gibi değil. İfadeler kimi zaman anlaşılmaz. Sebeplerinden biri, bu risâlelerin o dönem coğrafyaya hâkim olan profesyonel ordular için yazılmış olması. Yani profesyonel askerî elit, profesyonel askerî elite yazıyor. Dolayısıyla o zamanın okçuluk risalelerini böyle düşünmek lazım. Saha pratiği ve saha pratiğinde belli bir ustalık seviyesine gelmiş, şu ana kadar modern okçulukla ve geleneksel okçuluk ekolleriyle ilgili yapılmış bilimsel araştırmaları ve bu araştırmaların oluşturduğu külliyatı bilerek bu metinler anlamaya çalışmak gerekiyor. Ben de böyle yola çıktım. Sadece Türk geleneksel okçuluğuyla değil, tüm geleneksel okçuluk ekolleri ile ilgili araştırma yapıyorum. Bunun sonucu olarak da Güney Kore’de ilk kez 2007’de düzenlenen Dünya Geleneksel Okçuluk Festivali’ne giden Cem Dönmez ile bendim. İkinci sene de gittik. Korelilerin atış teknikleri ve yayları bizimkine yakındır. Orada ölmemiş bir geleneği gözlemleme ve inceleme fırsatı yakaladık.
Okuma, okuduklarından bilgileri devşirme ve en önemlisi bunu sistemli bir eğitimle yeni nesillere aktarabilme… İşte Tirendâz’ın çatısı altında biz bildiklerimizi, saha çalışmalarıyla emin olduklarımızı öğretiyoruz. Bunu da Osmanlı’nın eğitim metodolojisiyle yapıyoruz. Bu metodoloji ana hatları ile belli; ama detayları belli değil. Okçuluk öğrenmek için başvurana “tâlip” denir, yani “bilgiyi talep eden kişi”. Eski dildeki “talebe” kelimesi gibi. Başlangıçta tâlibe gevşek bir yay verilir, sadece çekiş çalışmaları yaptırılır. Bu safhada tâlip hiç ok atmaz. Yayın kirişine, yani iki ucunu birbirine bağlayan ipe “çile” denir ve bugüne kadar gelmiş olan “çile çekmek” tâbiri, işte bu sıkıcı ve bitmek bilmeyen başlangıç eğitimine gönderme yapar. Sonraki safhada, çok yakın bir mesafeden “torba” veya “sandık” denen bir hedefe atış yapılır. Bu safhada “Okçuluğu öğrenmek isteyen tâlipten beklenen nedir?” yahut “Antrenörün dikkat etmesi gereken şeyler nedir?” gibi detaylar, eldeki yazılı belgelerde eksik. 2005-2006’dan beri eğitim verirken biz bu gibi detayları öğrendik. İstanbul Erkek Lisesi ve üniversitenin bana kazandırdığı analitik düşünme becerisi burada çok işe yaradı. Üniversitedeki mezuniyet sonrası eğitim sistemine yakın bir eğitim sistemi kurmaya çalışıyorum. Düzenli olarak grup içinde seminerler düzenliyoruz. Seminerleri ben planlıyorum. Tirendâz üyeleri, bir konuda araştırma yapıp sıraları geldiğinde bir sunum yaparak devşirdikleri bilgiyi grubun diğer üyeleriyle paylaşıyorlar. Seminer konuları doğrudan okçulukla ilgili, mesela atlı okçuluk gibi bir konu olabildiği gibi, geleneksel okçuluğumuzla dolaylı ilişkisi olan konular da olabiliyor. Hattâ okçulukla ilgili araştırmaların nasıl yapılması gerektiğine dair seminerler de veriyoruz. Tirendâz üyelerinden tarihçi Yrd. Doç. Dr. Günhan Börekçi’nin, arşiv araştırmasından bunun makaleleştirilmesine kadarki süreçte tarihî bir belgenin nasıl incelenmesi, nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili verdiği seminer örnek gösterilebilir. Bir diğer örnek, sevgili dostum ve kardeşim, İTÜ Uçak Mühendisliği mezunu Serdar Tekçe’nin semineridir. Bitirme tezini Osmanlı menzil oklarının yeleklerinin -yani arkalarındaki tüylerin- sürükleme kuvvetlerinin sayısal analizi üzerine yaptı. Bu konuda Türkiye’de yapılmış ilk bilimsel çalışmadır. Bu iki semineri üst üste vererek hem bir sosyal bilimcinin hem de bir mühendisin gözünden bilimsel bir araştırmanın nasıl yapılması gerektiğini Tirendâz üyelerine öğretiyoruz. Bundaki amacımız, Tirendâz altında pişen, bizim rahle-i tedrisâtımızdan geçen arkadaşlarımızın araştırmacı, analitik zekaya sahip, sorgulayan, eleştiren, her şeye “bu doğru olmayabilir mi?” düşüncesiyle bakan birer aydın kafasına sahip olmasını sağlamaya çalışıyoruz. Nitekim ektiğimiz tohumların sonuçlarını görmeye başladık. Kısa süre öncesine kadar, benim çeşitli yerlerde yayınlanmış makalelerimden ibâret olan sitemiz külliyatına, yavaş yavaş diğer arkadaşlarımın makaleleri de eklenmeye başladı.
Kemikleşmiş 60 kadar üyemiz var. Bunların içinde yeniler de var. Tabii grup içinde bir sirkülasyon var; 2008’den beri aynı yolda yürüyen üyemiz de yeni üyelerimiz de var. 90 kişiden oluşan e-posta listemiz mevcut. Aktif okçu olmadığı halde Tirendâz’a kültürel anlamda katkıda bulunan kişiler var. Tirendaz olarak dirsek temasında olduğumuz hocalardan Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. Mustafa Kaçar, İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Yrd. Doç. Dr. Kahraman Şakul, İ.Ü. Tarih bölümü hocalarından Doç. Dr. Muharrem Kesik, tarihçi ve Türkiye İş bankası Yayınları editörlerinden Emir Yener var. Bu tür insanlarla sürekli bilgi alışverişinde bulunduğumuz sanal ortamımız mevcut.
Çalışmalarımızı Anadolu Yakası’nda Maltepe Stadı’nda yapıyoruz. Yıllarca çok kötü yerlerde antrenman yaptık. Özellikle İstanbul’daki Okçuluk Ajanı’nın beceriksizliği, geleneksel okçuluğun federasyon tarafından üvey evlat muamelesi görmesi gibi etkenler oldu. Buz gibi bir kalorifer dairesinde, içimize yün çamaşırlardan giyip çalıştığımız da oldu. Bundan yaklaşık beş sene evvel, o zaman İstanbul Gençlik Spor Müdürü olan Sayın Tamer Taşpınar’a yaptıklarımızı, çalışmalarımızı, makalelerimizi sunduk, çalışacak bir yer istedik. Tamer bey de bize Maltepe Stadı’nda bir yer tahsis etti. Maltepe Gençlik Spor İlçe Müdürü Şahin Ayrım’ın da büyük desteğini gördük.
Başından beri aklımda olan, okçuluk geleneğini bulabildiğimiz tüm unsurlarıyla canlandırmak. Buna sadece teknik bilgi değil, okçulukla ilgili ritüeller de dahil. Burada yine diş hekimliği akademisinden gelmiş olmamın yararlarını gördüğümü söylemem lazım. Mesela fakültelerimizde yeterlilik sınavlarında ve doktora savunmalarında yemekler yapılıp getirilmesi, fakülteye ziyafet çekilmesi gibi geleneklerin, usta-çırak ilişkisi temelli birçok ezoterik teşkilatta tarih boyunca mevcut olduğunu gördüm. Okçulukta “kabza alma” denilen yola giriş ve icâzet törenlerinde de benzer uygulamalar vardı. Bugün Osmanlı’dan, hattâ öncesinden gelen birçok geleneği aslında kökenini bilmeden koruyoruz. Akademide bile. Okçuluğun bu tür ezoterik, mistik taraflarının izleri 12. yüzyıla kadar sürülebiliyor ve Ahîlik gibi teşkilatlarla büyük benzerlik gösteriyor.
Okçulukla ilgili girdiğim bu macerada, entelektüel formasyonumu etkileyen şeyler oldu. Türk okçuluğu enteresan bir şeydir: Teknik, teçhizat olarak Batılı okçuluğundan farklı ve üstündür. Bir ucu tasavvufa, bir ucu askerî tarihe dayandığı için neresinden tutarsanız sizi yeni bir mecrâya, öğrenilecek çok şeyin olduğu yepyeni alanlara çeker.
Okçuluk üzerine yaptığınız çalışmalar da var. Bunları ele alırsak…
Okçuluk ile ilgili bir kitabımın yanı sıra, atlı okçulukla ilgili çok yazarlı İngilizce bir kitap ve askerî tarih çalıştayı tebliğlerinin toplandığı iki kitaba katkım var. Son ikisi 2011 ve 2012’de yayınlandı. Çok sayıda makale yazdım. Türkçe akademik bir dergide, çok sayıda yabancı popüler okçuluk dergisinde ve Hollanda menşeli bir yarı-akademik dergide makalelerim yayınlandı. Türk okçuluğunu her yönüyle ele aldığım bir makalem İngilizce, Çekçe, Lehçe, Japonca’ya çevrilerek matbû olarak ve internet sitelerinde yayımlandı. En son, şu anda piyasada olan son sayısında Traditionell Bogenschiessen adlı Almanca okçuluk dergisinde, İstanbul Okmeydanı’ndaki menzil taşlarıyla ilgili bir makalem yer aldı. Şu anda yayınlanmak üzere bekleyen iki makalem daha var. Bunlardan biri, Sayın Şinasi Acar ile beraber kaleme aldığımız, IV. Murad’ın lobut atışı ve bunun anısına dikilen bir kitâbeyle ilgili bir makale. Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi’nde yayınlanmak üzere bekliyor.
Sanırım okçulukta, çocukluktan beri sahip olduğum bilgi edinme aşkını tatmin imkânını buluyorum. Devamlı okuyorum. Tarih hocası arkadaşlarım sağ olsunlar, teveccüh gösterip askerî tarih çalıştaylarına beni de davet ediyorlar. Bunun altında şu var: Son yıllarda deneysel tarihe yönelmeye başladım. Geçmişin sırlarını çözmeye yönelik deneysel çalışmalar 1980’li yıllarda arkeoloji ile başlıyor, sonra Tarih disiplinine sirâyet ediyor. Pozitif bilimin metodları kullanılarak önceleri arkeolojik buluntuların işlevselliği kontrol ediliyor, sonra tarihî belgelerde anlatılanların doğruluğu test ediliyor. Mesela bir Roma Kalesi o dönemin aletleri ve bilgisiyle tekrar yapılıyor; gerçekte ne kadar insan gücü, zaman, masraf, lojistik destek vs. gerektirdiğine bakılıyor. Oku balistik jelatine atıyor, ne kadar derine saplandı ölçüyorlar. Silahların etkileri sayısal veriye çevrilerek incelenebiliyor. Böyle bir atış gerçek çatışma koşullarında ne kadar yaralama sağlardı gibi saptamalar yapıyor. Benim de böyle çalışmalarım var. Fen bilimlerinden geliyor olmam, sosyal bilimlerde eksik sayılabilecek bu kısmı tamamlamaya yönelik küçük katkılarda bulunmamı sağlıyor Nihayetinde tarihçi değilim, bu işin profesyonelleri var, haddimi aşmamam gerektiğini düşünerek çalışmalarımı yapıyorum. Kendi meslekî ve entellektüel formasyonumu okçuluk için kullanıyorum.
Tirendâz ezoterik karakterde bir oluşum. Yeni gelenlerle bir tanışma toplantısı düzenleniyor. Bu toplantıda okçuluk nedir, modern ve geleneksel okçuluk arasındaki fark nedir gibi bilgiler aktarılıyor. Bizlerle devam edenler, belli bir süreyi doldurana kadar misafir oluyor. Tıpkı eskiden okçular tekkesinde olduğu gibi, hatta diş hekimliğinden örnek verecek olursak, kürsü içi ilişkiler gibi. “Aileye kabul” zaman alabiliyor. Bunun dışında bilgiyi dışa da açmak için makale yazma işini ciddiye alıyorum. Sitemizde yer alan makalelerin çoğu, yayınlanmış makalelerdir.
Tirendâz olarak yakın geleceğe dair hedeflerinizi paylaşır mısınız? Yeni nesil geleneksel Türk okçuları için projeleriniz nelerdir?
Şu andaki çizgimizde devam edeceğiz. Biz bir dernek, resmî olarak kurumsal bir yapı değiliz. Tamamen bir gönüllü grubuz. Hâlâ eski Osmanlı Türk okçuluk geleneğini sürdürüyor olma iddiası taşımamızın en büyük sebebi budur. Ticarî bir amacımız yok. Eskiden meslek erbâbı mesleğini öğretmeyi mesleğinin diyeti olarak görür ve bunu ücretsiz yaparmış, öğrenci yetiştirme işini meslekî sorumluluğunun bir parçası olarak görürlermiş. Okçuluk da bir meslek olarak görülürmüş. Bunu bildiğimiz için, aynı yolu izliyor, aynı özeni gösteriyoruz. Bilâbedel eğitim veriyoruz; fakat çalışmayan, düzenli olarak antrenmanlara gelmeyen öğrenci ile ilgilenmiyoruz. Okçuluğun sadece saha bilgisinin değil, aynı zamanda etik tarafını da Tirendâz çatısında canlandırılabildiğimizi düşünüyorum.
Osmanlı tekke okçuluğunda mesleğe giriş ve meslekte yeterlilik törenleri var. Bundan ilkine “küçük kabza alma töreni”, ikincisine de “büyük kabza alma töreni” deniyor. Yay kabzasına atfedilen bir önem var. Bu önemin altında da yay morfolojisiyle ilgili tasavvufî bir sembolizm mevcut. Bu mutasavvıflar diyorlar ki; üst yay kolu ulvîliği, alt yay kolu suflîliği temsil eder. Bu ikisinin birleştiği yer kabzadır. Burada Tanrı-Şeytan, İyilik-Kötülük gibi birbirine zıt değerlerin dualist bir ifadesi değil de Uzak Doğu’daki Yang-Yin gibi, birbirinden birer parçayı ihtiva eden zıtlıkların ifadesi görülüyor. Alt ve üst yay kolunun birleştiği yer, yani kabza; her şeyin birleştiği yeri temsil ediyor. Bir vahdâniyet simgesi olarak kabzaya atfedilen önem sebebiyle, okçulukla ilgili bilginin nesiller arası aktarılması bir kabzanın elden ele verilmesi ile oluyor. Yola giriş ve icâzet törenlerinin merkezinde bu var. Meslekte yeterlilik, yani Büyük Kabza Alma Töreni, oku 900 gez (594 metre) mesafeye düşürme becerisiyle kanıtlanıyor. Bugünkü ekipmanla bile ulaşılması çok zor bir mesafe…
Biz icâzet için gereken kriterleri henüz gerçekleştiremedik. Modern Türkiye’de hiç kimse gerçekleştiremedi. Gerçekleştirmek için gereken teknik beceriye ve fiziksel kuvvete ulaşacak okçuyu yetiştirmeye çalışıyoruz. Ancak yola giriş törenini başlattık. Türkiye’de ilk başlatan biziz ve en tecrübeli geleneksel okçu ben olduğum için -2004’ten bu yana usta değilsem bile kalfa diyebilirim kendime-. 48 arkadaşımıza kabza vererek bu geleneği uzun bir aradan sonra tekrar başlattık.
Bu sene Nisan sonunda İngiltere’ye Saint George Ok Yarışması’na yedi kişi gideceğiz. Her sene en az bir uluslararası yarışmaya katılmaya çalışıyoruz. Yurt içi ve dışı yarışmalarda çeşitli ödüller de aldım. Okçu olarak kendimi formda tutmaya çalışıyorum. Fakat 45 yaşıma geldim. Alttan gelen genç nesillerden iyi okçular yetiştirmek istiyorum. Benim gibi okçuluk tutkusu saplantı seviyesine gelmiş nitelikli adamlar çok fazla bulunmuyor. Üstün niteliklere sahip insanların çoğu zaten Tirendaz’ın çatısı altında, ama onların yıllar sürecek bir süreçte konsantrasyon ve heveslerini taze tutabilmek zor oluyor. İnternetten bize ulaşmak isteyenler için www.tirendaz.com adresli internet sitemiz ve facebook’ta bir açık grubumuz var. Buraları ziyaret eden herkes grubun niteliği hakkında fikir sahibi olabilir. Tirendâz okçuları çok değişik meslek gruplarına mensup insanlardan oluşuyor. Dişhekimi meslektaşlarımız da var. Herkes kendi formasyonuyla grubumuza bir şey katıyor. Bizim analitik düşünmeyi ön plana alan yaklaşımımız, bu tür insanları bize çekiyor. Geleneksel okçuluk tasavvuf ve dinle de alakalı olduğu için hamâsî duyguları birincil motivasyon olan insanları cezbediyor, fakat Tirendâz’da biz bunun önlemini kesinlikle alıyoruz. Hepimiz bu kültürde, coğrafyada yaşayan insanlar olarak Türk kimliği, Müslüman kimliği gibi kimlikler taşıyoruz; ama bilginin devşirilmesi işi duygusal yaklaşıma gelmez. Analitik, hatta soğukkanlı ve eleştirel bir analitik yaklaşım benimsemek, kendi değer yargılarıyla çatışma riskini de göze almak gerekir. Biz Tirendâz’da, yeni gelen arkadaşlarımıza bunları açık açık söylüyoruz ve bu sistem içinde zaten bizim gibi düşünenler kalıyor.
Ayrıca çeşitli vesilelerle okçuluk hakkında konuşma yapmam için çağırıyorlar. Ben bunu başından beri okçuluğu yayma misyonu olarak gördüm. Dolayısıyla üniversiteler ve bana başvuran hemen her grupla iletişime geçiyorum.
Adnan Akgün’ün adını da burada anmak istiyorum; çünkü Tirendâz’ı kurmaya karar verdiğimde söylediğimi anlayan, benim gibi düşünen, insanlararası kısır çekişmelerden nefret eden ve amacı sadece iş yapmak olan şerefli insanlara ihtiyaç vardı. Bunlardan ilki Adnan Akgün’dür. İki senedir İngiltere’de yaşıyor; fakat halen Tirendâz’ın üyeliğini ve moderatörlüğünü sürdürüyor. Bizim de İngiltere’deki ayağımız oldu. Dünya genelinde bir ağımız var. Macaristan, Çek Cumhuriyeti, İngiltere, Hollanda, Almanya başta olmak üzere ülkelerin geleneksel okçuluk meraklılarıyla irtibatta kalıyoruz. Çabalarım içinde müze araştırmaları da var. Bu bağlamda Topkapı Sarayı Müzesi silah seksiyonunda, İstanbul’da Askerî Müze’de ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde çeşitli okçuluk malzemesi üzerinde çalıştım. Bu araştırmaların sonuçları, makaleleştirilmek üzere bekliyor.
Mesleğini icra eden bir klinisyen olarak okçuluk araştırmaları ve pratiği için işim dışında kalan zamanımı kullanıyorum. Bu konuda enteresan yorumlar alıyorum. Mesela insanlar diş hekimi olduğumu öğrendiklerinde şaşırıp mesleğimi yapmaya devam edip etmediğimi soruyorlar. Muayenehanecilik yapan bir hekimin, özellikle akademi tozu yuttuysa, serbest yaşamda çok fazla vakti kalıyor. Muayenehanecilik yapan bir hekimin her gün birkaç saatini böyle bir işe ayırması mümkün. Tabii mesleğe ve dinlenmeye ayıracağınız zamandan az da olsa feragat ediyorsunuz. Haftanın iki günü antrenman yapıyorum. Pazar günü, yani tek tatil günümden feragat ediyorum ve Perşembe günleri öğleden sonra muayenehaneden çıkıyor, antrenmana gidiyorum. Fedakârlık yapılmadan hiç bir şey olmuyor.
Meslektaşlarımız için şunu söyleyeyim: Vücuduyla çalışan; beli, sırtı ve tendonlarıyla ilgili meslek hastalıklarından muzdarip bir meslek grubuyuz biz. Okçuluğun herhangi bir türüyle, mesela nispeten daha kolay olan modern spor okçuluğuyla dahi ilgilenseler, bu mesleğin yıpratıcı etkisinden büyük oranda kurtulacaklarını söyleyebilirim. Sırt ağrılarından uyuyamadığım zamanlar vardı. Artık bunlardan kurtuldum. Her ne kadar ergonomik çalışmaya özen göstersek de özellikle biz periodontologlar ister istemez değişik vücut pozisyonlarına girebiliyoruz, hepimiz ön kol, bilek ve ellerimizdeki tendonları zorluyoruz. Okçuluk, hem fiziksel fitness olması bakımından hem zihni dinlendirici meditatif özellikleri sebebiyle, meslekî yıpranmayı azaltacak, meslektaşlarıma iyi gelecektir.
Dört duvar arasında, küçücük ağzın içinde çalışıyoruz. Her ne kadar mesleğimiz tabiatı gereği devamlı öğrenmeyi gerektiriyorsa da insana başka entelektüel ufuklar açması açısından da okçuluk istisnâî bir sportif aktivitedir.