Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
Tıp Etiği, Tıp Hukuku ve Tıp Tarihi Derneği Kurucu Başkanı,
Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD. Başkanı
Giriş
19. yüzyılın başlarında Türkiye’de Hasta olmak ve Hastalık üzerinde çok çeşitli çalışmalar yapıldı. Özellikle 19. yüzyılda Osmanlı Türk tıbbı diğer yüzyıllara göre daha çok batıya dönük ve aynı zamanda daha modern görünümlü bir karakter kazandı. Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri de bunda öncülük yaptılar. Bu yüzyılda Cumhuriyetten sonra çok daha modern bir görünüm alacak olan birçok kuruluşun temeli atıldı ve modern tıp öğretimine geçiş, bu yüzyılda oldu. Bu arada bazı ünlü Türk hekimleri bu modernizasyona gidişin öncüsü oldular. Modern ordunun sağlık gereksinimini karşılamak ve gerekli sağlık personelini yetiştirmek üzereSultan Mahmud II’nin 14 Mart 1827’de kurduğuTıphane ve Cerrahhane-i Amire, yurdumuzdaki tıp öğretiminin ilk modern aşamasını oluşturur.
Bu arada salgın hastalıklar üzerinde çalışıldı ve bazı hekimler bu konuda kitap yazdılar. Yine Prof. Dr. Besim Ömer Akalın’ın Nevsâli Afiyet adlı kitabındaki “Neden Çok Hasta Oluyoruz?”adlı yazı önemli olup insanların hekime gitmeme gibi bir aldırmazlığa da sahip olduğunu gösterir (1).
Hekime gitmeğe çekinmenin en büyük nedeninin kötü bir hastalığın tanısının konması olduğuna göre toplumun da bu konularda geleneklerden arındırılması gerektiğini düşünmek gerekir. Hastalık, bütün insanlar için aynı anlamda değildir. Bilindiği gibi hastalığın tanımı hem toplumdan topluma, hem de çağdan çağa değişmektedir. Bir kişiye ne zaman hasta denileceğinin ya da kişinin kendisini ne zaman ve hangi koşullarda hasta olarak algılayacağının genel bir ilkesi yoktur. Ancak bu farklılıklar ya da ayrımlar “sağlıklı olma durumunun” yitirilmesi sürecinin başlangıcına ilişkindir. Bir başka ifadeyle, örneğin bir trafik kazasında çok ağır yaralar almış bir kişi her zamanda ve her toplumda hasta muamelesi görür. Kişi kendisini hasta olarak algılar. Ancak başı ağrıyan birine hasta muamelesi yapılıp yapılmaması ya da kişinin kendisini hasta olarak algılayıp algılamaması o toplumun hastalık kavramını nasıl tanımladığı ile ilgilidir. Çünkü basit bir rahatsızlık olarak görünen bir baş ağrısı uzun süre devam eder, hekime gitme zorunluluğu doğurur ve yapılan analiz ve tanılarla sonuçta kötü bir hastalığın habercisi olursa o takdirde insan, toplumda hastalıklı ve özel bir kişi olarak algılanır (2).
İşte bütün bu sorunları yansıtan bu yazı, 19.yüzyılın başlarında da hekim gitmedeki kararsızlığın, insanın tedavisinde gecikme sağladığını belirtir.
“Neden Çok Hasta Oluyoruz?” Adlı Yazı Üzerine Yorumlamalar
Besim Ömer Akalın’ın yazdığı ve bu konuda bazı sorunları belirten bu yazıda Dr. Akalın sık hasta olmanın önemine ve önlem alınması gerektiğine değinir: “Sıhhiye idaresince her hafta gazetelerle neşr olunan vefiyat (vefat) cetvelleri tetkik olunursa birçok hastalıklardan sakınıldığı halde görülmemesi lâzım gelen bazılarının da hükûmetin her türlü tedbirine rağmen hâlâ azalmadığı göze çarpar. Bu halleri itiraf edelim. Bu durum hep cehaletimizden, hurafattan, kayıtsızlıktan ve en ziyade hekimlik ile hiçbir münasebeti olmayan durumlardan ileri gelir (3). Halbuki, birçok defalar tekrar ettiğimiz veçhile, nefes ve şahsımız, hayatımız, yalnız kendi kendimiz ve ailemiz için değil, mensup olduğumuz heyeti içtimaiye için de kıymettardır. Bu yolda edilecek hata ve kusurların pek büyük birer günah, birer vebâl teşkil edeceği kabul ve teslim edilir.
Binaenaleyh evvelden beri birçok mühim tedabiri vesaiti sıhhiyenin hüsnü tatbikine engel olan bazı esbabı itiyadeti şuracıkta izah ve beyan etmeyi vecaibi meslekiyeden (mesleki gerek) addediyorum.”
Besim Ömer, neden sık hasta olunduğunun da nedenlerini de bu yazıda belirtmektedir:
“Kayıtsızlık: Her şeyden evvel buna galebe çalınmalıdır. Umumiyetle bir kuyu kurumadıkça faide ve lüzumu takdir edilemediği gibi, çok defa da sıhhat ve hayatın kıymeti bilinemiyor, bu hikmeti meşhur bir şairimiz şu mısra ile ne güzel ifade etmiştir: Olmayınca hasta kadrin bilmez adam sıhhatin.
Sıhhat ise insanın sermayei refah ve saadetidir, sıhhatin kadrini bilmek için o cevahir-i hayatı bin türlü şaşkınlıklarla kıymetten düşürmek ne büyük bir tedbirsizliktir (4). Sıhhatine zerre kadar dikkat ve itina etmeyen ne kadar kayıtsızlar vardır ki beş on paralık maddi bir zayi için günlerce esef eder dururlar. Bir kere de etıbbaya sormalıdır ki sıhhat denilen o muvazenesiz (dengesiz) hâl ne kadar zavallıdır; bir günden ziyade süremeyen adi bir sıtmanın, birkaç dakikalık bir elemi şedidin (şiddeti elem), ehemmiyetsiz bir hamle-i asabiyenin en sağlam sıhhatleri bile harap ve târümâr (darmadağın) ettikleri defalarca görülmüştür. Hiç unutulmamalıdır ki sıhhat, pek nazik ve pek ince, fakat cidden nazarı dikkate alınması gereken bir eser-i bedia’dır. Dikkat edilir ve güzel tutulursa sağlam kalır. Öteye, beriye atılırsa derhal kırılır ve eski hâlini alamaz.
Aldırmazlık: Ağrıya, acıya, hastalığa karşı aldırmamak, bir düziye tahammül etmek de çok fena bir adettir (4). Birçokları var ki hasta olur da hastalıklarına inanmak istemezler. Hele kadınlarda bu garip hâli her vakit görüp duruyoruz. Bir kadın, hasta oldu mu, sabır ve tahammül son derecelerine kadar varıyor, kuvvet ve takati bitmeyince hiçbir çareye tevessül etmiyor. En sonra bir çareye tevessüle karar verse bile doğrudan doğruya bir hekime müracaat etmiyor. Tabipten evvel üfürükçüleri, efsuncuları, kurşuncuları, ebe taslaklarını, daha saymakla bitmeyen birçok şarlatanları dolaşıyor, bin türlü edviye (ilaçlar) ve tedabir (tedbirler) ile yorulup bitiyor. Artık hiç olmazsa bir kere de – çünkü ne yapsın denize düşen yılana bile sarılır!- tabibin fikri reyini almaya karar veriyor (5).
Zavallı doktor, muayenehanesine böyle bitap, düşkün bir hâlde gelen ve çok defa hastalıkları ihmal saikasıyla, gayrı kabili bedeni bir devre ermiş olan hakiki “biçare”lerine ne yapabilir? Bu yolda azami hayat “kasdi” değil midir?
Bu tip cahilane durumlardan en ziyade çocuk hastalıklarında kaçınılmalıdır. Çünkü, fenalık pek çabuk ilerleyeceğinden edilen hata bir daha tamir olunamaz. Emrazı etfalde (çocuk hastalıkları) vakit kaybetmek hastayı zâyi eylemektedir; Lakin birçok üfürükçü, cinci, kurşuncu vesaire ile vakit geçirdikten, hem de pek çok geçirdikten sonra nihayet çocuklarını etıbbaya getiren valideler henüz pek çoktur. Bu hâl dün nasıl idiyse bugün de öyle, yarın da bugüne benzeyecek. Biçare tababet! Biçare beşeriyet!
Evet, insan hiçbir çareyi fenniyenin şifayab edemediği bir derdi derûna karşı var kuvvetiyle tahammül etmelidir; fakat en ufak bir tedbir ile şifayâb olabilecek bir hastalığı sürükleye sürükleye eskitmek ve gayrı kabili şifa (şifasız) bir hâle getirmek, yalnız abes değil, hemen her zaman miskinlik ve cahilliktir. Halbuki “tababette vakit ve zamanın yerini hiçbir şey tutamaz ve hekime çok geç müracaat edilir (6).
Hastalıklar için tabibe müracaat edenlerde pek garip haller olur. Meselâ hasta gelir, uzun uzadıya muayene edilir, aranub taranır, marazı (hastalığı) teşhis olunur -kızcağız pek zayıf, hasta yaşlıca bir kadın ise, hanım adetten kesilecek, yahud sinir hastalığı gibi bir şey denince bütün müşkülleri hâl edilmişçesine memnunen ve çok defa tavsiye edilen tedabir-i devasiye ve sıhhiyeyi iyice telakki etmekten çıkup giderler. Zannolunur ki hasta ve hasta sahipleri yalnız bir mesele-i teşhisiyenin hâli faslı için müracaat etmişler, onu öğrendikten sonra, kendi tabirlerince derdi anladıktan sonra” bir şeyler kalmamış, her türlü tedbir bertaraf olmuştur. Halbuki onlar “derdi anladıklarından” dolayı müsterih ve azade oldukları halde hastalık yine seyrü terakkisine (gelişimine) devam eder ve gitgide elim bir maluliyete döner.”
Bu arada hasta insanların üfürükçü, kocakarı ilaçları yapanlar veya diğer bazı hekim olmayanlara başvurduğunu belirten Dr. Akalın, bu konuda şöyle yazar:
“Sağlıkçıların (Yasa Dışı Kişiler) yaptıkları fenalıklar ise sayılmakla bitmez. Üfürükçü vesair kişilerin hemen hepsi de bu tavsiyelerini hüsnüniyetle başkasına iyilik etmek kastiyle icra ederler. Tavsiye eyledikleri şeyden istifade edileceğinden zerre kadar şüpheleri yoktur. Bunlar yüzünden vukua gelen vefiyat (vefat) herhalde koleradan az değildir. Bu vefiyat (vefat), tavsiye eyledikleri tedabirin, ilaçların fenalığından ileri gelmiyor, çünkü edviye ve tedabir çok defa mânâsız ve zararsız şeylerdir. Yalnız hasta ve etrafı böyle mânâsız şeylerle uğraşırken hastalık ilerledikçe ilerler ve böylelikle son derece kıymetdâr fırsat ve zaman kaçırılmış olur.
Bu tip yasa dışı tedavi edicilerin hemen hepsinde de tek bir ilaç veya vasıta vardır. Bunu “Her derde deva” olmak üzere tavsiye eder, dururlar. İlaçları çok defa murdar bir merhem, bir su, bir tuz, Kasımpaşa da veya Eyüp’de veya Edirnekapı’da yahut İstanbul’un bilmem hangi bucağında oturan bir miskinin zararlı hapları ve daha buna benzer şeylerdir (7).
Halbuki bugünkü tababet ne kadar yüksektir, tababetin de türlü türlü tozları, merhemleri, hapları varsa da bunlar hep yerine, sebebine, hastalığın nevi ve cinsine göre tertib olunur. Zaten “tababet, hastalığı değil, hastayı tedavi eder”. Hastayı ise muayene edub anlayabilecek yalnız etibbadır.
Sağlıkçılardan (Yasa dışı tedavi edenler) bahsederken daha vahim, daha müthiş bir şey düşünülemez. Gazetelerin son sahifelerinde yaprak yaprak cümlelerle herkese detaylı ve beyan olunan ilaç ve usulü tedavi ilanları da birçok sefilleri girdabı felakete düşürmekdedir. Asıl işin şayanı ehemmiyet noktası halkın gazetede okudukları ilanı doğru ve her ilacı müessir bilmeleri ve zaten “hastalıklarını herkesden iyi bildikleri için” hiç olmazsa tabib ücreti vermeksizin “hazır ilaç” kullanmayı tercih etmeleridir (8).
Bilmemek her noktada, her şeyde fena neticeler verirse de cehlin muhafaza-i sıhhat meselesindeki tesir-i muzırı pek şümûllu ve cidden olmamakdır. İnsan bilmediği, öğrenmediği bir şeyi ne takdir, ne de icra edemez. Muhafaza-i sıhhat ise bugün başlı başına şümullü ve etraflı bir ilim teşkil etmiş ve bu gibi meselede mümtaz ve müstesna mütehassıslar yetişmiştir. Bir çocuğa, bir mektepliye hıfzısıhhat-ı usul ve kavaidini öğretmek, onu ileride uğrayacağı birçok vahim hastalıklardan muhafaza etmeye çalışmak, her halde birçok fenlere lüzum ve fevaidi o kadar müsbet olmayan birçok derslere müreccahdır (tercih edilir).”
Dr. Akalın, yine sonuç olarak insanların hurafeciler yerine hekime başvurmaları gerektiğini vurgular: “Bugün bilmemezlik, hurafetperversizlik, ihmal yüzünden telef olup gitmemek ve hayatta kalındığı müddetçe de maddi ve manevi bir istirahat ve refahdan zevkiyat için yegane çare, hıfzısıhhat kavaidini (sağlığı koruma kuralları), tatbikatı sıhhiyenin her tarafa tamim ve teşmilidir (yayılması). Büyük bir emrü hayırdan bu taammümü teşmil ise ancak hıfzısıhhatin mekatibi reşidiye ve idadiyede ameli bir tarzda hıfzısıhhate vukuf olanlar tarafından tedris edilmesiyle kâbildir. Çünkü insan en anlayamadığı, bilemediği bir şeyi yapmadığı gibi yapmak da istemez. Hatta meşhur bir darbımeselde denildiği gibi: ‘İnsan bilmediğinin hasım ve düşmanı ve herhalde muarızıdır.’ Şimdi çocuklarımız hıfzısıhhatin muhafaza-i hayatın kavaidi sâlime ve esasisini iyiden iyiye anlayup bilirlerse elbette kaderi sihhati daha iyi takdir eder ve tedabir-i sıhhiyeye vakıfane riayet etmeğe meserret eyler.’’
Yazar, bu konuda halk sağlığı ders kitabı da yazdığını belirtir ve bu kitabın ilkokul ve orta öğretimde okutulması gerektiğini belirtir. Ayrıca bu dersler halk sağlığı hocası tarafından verilmelidir (9).
Editör Notu: Bu makale Dişhekimliği Dergisi’nin 150’inci sayısında yayınlanmıştır. Makalenin orijinali vyg.com.tr sitesindeki dijital kütüphaneden okunabilir. Kaynakların bir listesi yayıncıda bulunmaktadır.
Yazar E-mail: [email protected]