Nippon, Japonya

Japonya’ya ilk seyahatimi bundan 14 yıl önce, 1991 yılında gerçekleştirmiştim. Japonya’nın tarihi şehirlerinden Kyoto’da; Temmuz ayının nemli, sıcak havasında pek çok keyifli anıyı biriktirmiş, başka bir kültürle yaşayıp, benim hayatımda hiç yeri olmayan ama kültürün olmazsa olmazları olan pek çok şeye şaşırmıştım. Yüzyıllara meydan okuyan tahta binalardaki ince işçiliğe, Kyoto parklarının, sanki doğal olarak asırlardır o güzellikte duruyormuş görüntüsünün altında yatan, yoğun emeğe, tapınmaya varan doğa hayranlığına, inceliğe kapılmıştım.
Nippon, Japonya Nippon, Japonya
Nippon, Japonya

Japonya’ya ilk seyahatimi bundan 14 yıl önce, 1991 yılında gerçekleştirmiştim. Japonya’nın tarihi şehirlerinden Kyoto’da; Temmuz ayının nemli, sıcak havasında pek çok keyifli anıyı biriktirmiş, başka bir kültürle yaşayıp, benim hayatımda hiç yeri olmayan ama kültürün olmazsa olmazları olan pek çok şeye şaşırmıştım.

 

Yüzyıllara meydan okuyan tahta binalardaki ince işçiliğe, Kyoto parklarının, sanki doğal olarak asırlardır o güzellikte duruyormuş görüntüsünün altında yatan, yoğun emeğe, tapınmaya varan doğa hayranlığına, inceliğe kapılmıştım.

Reklam

 

Başlangıçta Japon mutfağı neredeyse itici gelmişti. Zamanla Japonya’da yemeğin küçücük seramik kapların seçiminin özenini, en küçük lokmanın bile tabıkta güzel durması için ne kadar düşünüldüğünü, buzlu sular içinde sofraya gelen soba makarnalarının, sanki göle düşmüşcesine içine bırakılmış birkaç akça ağaç yaprağından arındırıldığında bir şölenden bir yemeğe dönüştüğünü öğrenmiştim. Neredeyse hiçbir aşırı tadın yer almadığı bu yemek kültürünün; doğalın tadına varıp, ince farkları algılayan bir damağın tadını çıkarmıştım.

 

Hınca hınç dolu metropollerin hızlı yaşamını da hafta sonları yaptığımız doğa yürüyüşlerinde ormanların nehirlerin dinginliğini de yaşamıştım. Kısaca yaşamımdaki köşe taşlarından birini oluşturan bir ay dolu dolu geçmişti.

 

Aradan 13 yıl geçtikten sonra, giderek unuttuğum Japoncam da içime dert olmaya başlamışken, eşimin de teşviki ile geçen yıl içinde bir Japonya gezisi planladım. Bu sefer sonbahar mevsiminin çok özel olduğunu bildiğim için Ekim Kasım aylarında Japonya’da olacağım bir seyahat olmalıydı. Hem Japonca dersleri alacağım, hem de Osaka Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi Cerrahi Bölümü’ne gideceğim şekilde ayarlamalar yaptım.

 

2004’ün Ekim ayında 17 milyonluk Osaka’nın insan seline katılmış; metroda yürüyen merdivenlerden koşarak çıkmazsam treni yakalayamayacağımı, bir saatte dört araç değiştirmezsem gideceğim yere varamayacağımı öğrenmiş ve koşmaya başlamıştım. Böylesine koşarak sabah 06’da evden çıkıp, akşam 20 civarında dönerek birkaç haftaya şunları sığdırabildim.

 

Japonca dersleri aldım. Hala öğrenmenin ve çoğalmanın ne kadar keyifli olduğunu hissettim.

 

 

Mesleğimle ilgili olarak, hem Osaka Üniversitesi’nde hem de bazı özel kliniklere giderek çok farklı bir ekolü gözlemledim. Hasta sağlığında iddialı, estetikte mütevazı yaklaşımları beni, bizlerdeki teknoloji, estetik, yenilik konusundaki aceleciliğimiz üzerine tekrar düşündürdü. Tempora-madibular eklem veya dudak-damak yarığı üzerine pek çok çalışmaya şahit olurken sadece bir blade implantin çıkarılmasını izledim. Çok fazla lamineyt kron hatta porselen kron görmedim ama inanılmaz iyi işçilikle üretilmiş pek çok full kron çalışması gördüm. Benim gözlemlerimin hem çok kısa bir zaman aralığını kapsaması hem de sınırlı olması nedeniyle bu konuda yanlış şeyler söylemekten korkuyorum ama bizlerden çok daha konservatif bir yaklaşımın olduğunu düşünüyorum.

 

Beni en çok şaşırtan şey ise Japon hastalardı. O kadar suskun ve sakinler, kendilerini hekimlerine tümüyle ön yargısız, öylesine bir güvenle teslim edip, sabırla sadece işim bitmesini bekliyorlardı ki bende Japon dişhekimlerinin mesleklerini bir cennette icra ettikleri düşüncesi oluşta. Çocukların bile ağlamadığı, seslerini çıkartmadığı, sizi deneyim bilgi iyi niyetinizle başbaşa bırakıp, en iyi sonucun nasıl olsa geleceğine inandığı klinikler bir rüyayı andırıyor değil mi?

 

Bu arada her ne kadar teknoloji, yenilik oburu muyuz diye düşünsem de en gelişmiş kliniklerde kullanılan her türlü malzeme ve teknolojiyi biliyor olmaktan da Türk Dişhekimleri adına gurur duyduğumuzu da belirtmek istiyorum.

 

Neyse ki Osaka sadece dişhekimliği ve Japonca dersleri değildi. Bulduğum her fırsatı değerlendirip sonbaharın tadını çıkartacağım güzellikleri de kovaladım. Minoo Parka gidip en kırmızı akça ağacın, en sarı ginkonun peşine düştüm. Doğaya hayran ruhlarla birleşip, sonbaharın tadını çıkardım. Japonya’da akşam haberlerinde hava durumu verir gibi akça ağaçların kızarma takvimi bildiriliyor. Hergün nerelerde yaprakların renk değiştirdiğini, hangi parklarda bunları izleyebileceğinizi dinliyorsunuz, Bana, Japonya’da güzün güzelliğini yaşamak için biraz çabalamak kaldı.

 

Kyoto Kyomizudera Tapınağı’na girebilmek için iki saat kuyrukta bekledim, girdiğimde karanlık basmıştı ama tapınağın bahçesindeki ağaçlar öylesine özenle seçilip aydınlatılmıştı ki kırmızı, sarı ışık kaynaklarına dönüşmüşlerdi. Sonbahar ve geceye dair böylesine bir manzarayı görüp hafızama kaydedebildiğim için neredeyse seçilmiş bir kişi olduğumu düşündüm. Osaka kalesinde düzenlenen krizantem festivalinde rengarenk kasımpatı tepeleri arasında dolaşırken başka bir dünyada olduğum hissine kapıldım.

 

Nara’da hem sonbahar hem ceylanlar beni bekliyordu. Bu kent ceylanlar kenti. Tamamen özgür, kentte dolaşıyorlar, elinizdeki yiyecekleri kapmak için sizi kovalayabiliyorlar. Çok hoş bir rol değişimiydi.

 

Açık havada özenle düzenlenmiş güzelim bahçelerdeki Japon kaplıcalarının keyfini de çıkardım. Sısacık sularda iyice ısınıp sadece bedenim ve ben Kasım ayında hiç üşümeden yıldızları seyredip Japon melodileri hafiften kulağıma çalınırken ne kadar ayrı dünyalarda yaşanıldığını aklıma sığdırmaya çalıştım.

 

Japonya’da yaşadığım zamanı bir yazıda dile getirebilmek çok zor. Düşünün ki mazgallara bile hayran oldum, her gittiğim yerde bunları fotoğrafladım.

 

Japonya hep umduğumdan fazlasını bulduğum, şaşırtıcı Japon nezaketi ve ince düşünceliliği ile tanıştığım bir ülke. “Türkiye’de meyve çok boldur” diye bir söz ağzınızdan çıkarsa ertesi gün evin bir meyve cennetine dönüştüğünü, çiçekleri sevdiğinizden bahsettiğinizde de odanızda bir vazo dolusu çiçeğin sizi beklediğini gördüğünüz, hep düşünen, nazik, teşekkür eden Japon insanıyla tanışmak, yakınlaşmak.

 

Her halde bu gezinin en özel yanı. Ayrıca 13 yıl arayla bir ülkeyi yaşamak, oradaki müthiş değişimi görmek de başka bir yazı konusu oluşturabilir.
 
Dt. Aliye Aşçı
Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Reklam